Dünya bize emanet: Sürdürülebilir bir medeniyet
Ellerim titriyor biraz.
Konuşmaya başladığımda acaba sesim de titrer mi? Bunun endişesini yaşıyordum bir de.
Bir topluluk önünde ilk kez konuşmuyordum gerçi, kitabımın tanıtımında söyleşilerde de benzer bir durum içindeyim.
Ama bu sefer başka…
Öğretmen adayı olarak sınıfın önünde ders anlatacağım sayısız anların ilkini yaşayacaktım az sonra. O sınıf önünde durmadan mezun olunmuyor çünkü.
Hem de savunduğum, inandığım bir konuyu işleyecektim.
Ve bu bağlılığa sığınıp, güç toplayıp, güven duygusuyla başladım yaşamımda vereceğim ilk hayat dersine…
Sürdürülebilirlik.
Hani şu, bazı kıyafetlerin veya herhangi başka bir ürünün mütevazi bir köşesinde bir etikette rastladığın geridönüşümlü logonun altında yatan sihirli sözcük.
Tüketim çağının bıraktığı izleri silmeye çalışıp, yerini almaya gayret eden dünya dostu bir harekettir sürdürülebilirlik.
Sürdürülebilirlik kavramı sadece ekolojik değil, aynı zamanda ekonomik ve toplumsal boyutları da bir arada barındıran bütünsel bir yaklaşımdır.
“Çevrecilerin, ya da niş kesimin ve şirket yöneticilerinin ilgilendiği, halka uzak bir tutum” diyemeyecek kadar da ilgilenmek zorunda kaldığımız ve hayatımızda git gide daha sık duymaya başladığımız bu hareketin adı, bizi kritik bir gelecekten kurtarmayı amaçlıyor.
Evet, seni - beni kurtarıyor, sadece doğayı değil.
Çünkü gidişat o kadar kötü ki, bütün dünya birlik olup sürdürülebilirlik konusunda acil harekete geçmezse, bundan 20 yıl sonra artık çok geç olabilir.
Sürdürülebilirlik anlayışı neyi savunuyor?
Sürdürülebilirliğin savunduğu konuyu daha iyi anlayabilmek için, önce neye karşı savaştığını anlamak lazım;
Sanayi devriminden bu yana insanlar tarafından, ormanların kesilmesi yüzünden, araba trafiğinden, fabrikaların ve enerji üretiminin havaya saldığı zehirli gazlardan dolayı, yayılan büyük miktardaki sera gazları, ısının atmosferde normalden daha fazla tutulmasına neden oluyor. Karbondioksit, atmosferde yavaş parçalandığı için küresel ısınmaya yol açıyor.
Dünyanın ısınması demek, yavaş yavaş çölleşmeye doğru gitmesi demek. Dünyanın tatlı su kaynakları tükeniyor. Küresel sıcaklıklar artmaya devam ederse, hava değişimi uçlarda gezecek: çöl sıcakları ve seller ve bazı yerlerde yoğun su kıtlığı... Dünya Sağlık Örgütü, 2025 gibi erken bir tarihte, dünya nüfusunun yarısının su sıkıntısı çeken bölgelerde yaşayacağını tahmin ediyor.
Ve yine çok değil, 2050’de bile bu iklim değişikliği nedeniyle hemen hemen günlük tükettiğimiz, kahve ve çikolata gibi favori yiyecek ve içeceklerimiz de artık olmayabilir.
Daha başka birçok besin kaynağımızı yitirmemiz, birçok neslin tükenmesi, güneş çarpması sebebiyle dakikalar içinde ölme oranındaki artıştan bahsetmiyorum bile.
Arıların nesli tükendiğinde Dünyanın nasıl tepetaklak olacağından bahsedeyim mesela.
Dünyadaki tüm arılar ölürse, ekosistemde de büyük dalgalanmalar olacaktır.
Arılar en önemli polinatörlerdir, yani tozlaşma sağlayan canlılar. Dünyanın % 90'ını besleyen, yaklaşık 100 mahsul türünün 70'ini tozlaştırırlar.
Üstelik arıların polen sağladığı tüm bitkileri, bu bitkileri yiyen tüm hayvanları vb. besin zincirinde kaybedebiliriz. Bu, arıların olmadığı bir dünyanın 7 milyarlık küresel insan nüfusunu hayatta tutabilmek için mücadele edebileceği anlamına geliyor. Marketlerimizde meyve ve sebze miktarının yarısı yok olur, arılar yok olduğunda.
Ve evet, arılar risk altında.
Denizlerin içindeki tabiat denizlerin ısınması sebebiyle şimdiden ciddi miktarda azalma göstermeye başladı bile! Mercan resiflerinden söz ediyorum. Bu asır içinde, yüzde 90’ını kaybedeceğimizden bahsediyor raporlar.
Mercan resifleri, Dünya yüzeyinin yalnızca yüzde 0,2'sini kaplar, ancak tüm okyanus yaşamının yüzde 25'ine ev sahipliği yapar. Dünya çapında yüz milyonlarca insan yiyecekleri veya gelirleri için resiflere güveniyor.
Üstelik mercan resifleri özellikle fırtınalarda faydalı olup, dalgaları kıran koruyuculuğu görevi de yapıyor.
Deniz tabiatının yok olması ya da zarar görmesi haliyle denizdeki yaşamı da olumsuz etkiliyor. Bunun yanında denizleri kirletmemiz, atık çöplerini denizlere boşaltmamız da denizlerdeki hayatı olumsuz etkiliyor.
Küresel ısınma nedeniyle eriyen buzullar, denizlerin her yıl biraz daha yükselmesinde neden oluyor. Bu da doğayı olumsuz etkiliyor ve tsunamilerin ve kasırgaların çoğalmasına yol açıyor.
Tüm bu anlattıklarım size yine de çok uzak geliyorsa, şu son senelerde kış günlerini ilkbahar gibi yaşamamız, nisan ayında karın yağması ve bu yağışın hemen haftasında güneşli günleri görmemizi düşünmeniz bile sizi bu iklim krizi konusunda uyandırmaya yeterli olmalı aslında…
İnsanın kendi eliyle bozduğu bu dengeyi düzeltebilmek için, ciddi girişimlerde bulunması gerekiyor.
Ve bu misyonu ilk olarak Birleşmiş Milletler bünyesi altında çalışmakta olan ‘Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’, 1987’de yayınladığı raporda duyurdu.
İnsan, doğa ve ekonomi dengede olduğu zaman, Dünyanın hızla tükenmesine engel olabiliriz.
Bu, kuruluş ve şirketlerin gelecek nesillere dünyayı yaşanabilir kılmak için, elde ettikleri kar ile ilgilendikleri kadar insanları, hayvanları ve çevreyi de dikkate almaları gerektiği anlamına gelir.
İşçi maaşlarında adil davranarak, çocuk işçi çalıştırmayarak, israfı azaltarak, kirliliği önleyerek, güneş enerjisi ve hidrolik enerji gibi temiz enerjiye baş vurarak, denizleri koruyarak, gezegeni yeşillendirmek için ağaç dikerek, sürdürülebilir malzemeler kullanarak, ürünlerini sürdürülebilir kılarak ve sürdürülebilir iş seyahati politikalarını benimseyerek, şirketler bu krizi büyük oranda aşmamıza neden olabilir…
Tüketim canavarlığı
Alışveriş yapmanın bir ihtiyaç değil, hobi olmasından beri, Dünyamız büyük bir tüketim savaşı veriyor.
Bir giydiğimizi bir daha giyinmiyor, telefonumuzun yenisi çıkınca onu alıyor, bir eşyayı eskitmeden yenisinde gözümüz kalıyor, bir gadgetten ötekine geçiyor, durmadan tüketiyor, elimizdekiyle yetinmiyor, hep daha fazlasını istiyoruz.
Dünyada her dakika 17 tane futbol sahası büyüklüğünde ormanın yok olduğunu bilseydiniz, o mutfak dolabından hiç eksiltmediğin krem çikolatalardan almaya devam eder miydiniz? Çünkü malum, palm yağı üretebilmek için ormanları yok edip, yerine palmiye ağaçları dikmek gerek. Bu da hiçbir orman hayvanının işine yaramayacağı için, ağaçtan ağaca sallanan orangutan cinsi maymunların nesillerinin tükenmesine neden oluyor. Palmiye ağacından ev olunmaz ki çünkü?
Sen bu çikolatalardan yiyorsun diye orangutanlar evsiz kalıyor!
Peki ya, o büyük giyim markaları, ürünlerini dünyanın herbir yerine yetiştirebilmek adına, milyonlarca- yüzbinlerce işçiyi çalıştırmak zorunda kalıyor. Modern köleliğe başvurduğuna ve birçok çalışanının iş yeri memnuniyetini gözetmediği gibi, robot gibi işlerinin başına kurduğuna ve bunun üzerine bir de maaşlarını düşük tuttuğuna neden göz yumuyoruz?
Peki ya, o büyük kıyafet markalarını satın alarak, bu şirketlerin, az gelişmiş ülkelerde yüzbinlerce işçiyi kötü koşullarda ve düşük ücretlerle, modern köle olarak çalıştırmalarına katkı sağlamış olmuyor muyuz sence?
Üstelik işçi maaşlarını daha da düşük tutabilmek adına okulda olmaları gereken çocuk işçi çalıştırdığının farkında mıyız? “O ülkelerde düzen böyle, bari eve gelir getirme imkanları oluyor, ailelerine destek oluyorlar” diyen insanlar duydum. Ama düzenli bir eğitim aldıklarında hem kendi geleceklerini, hem ailelerinin geleceklerini kurtarıp, hem de eğitimleri doğrultusunda topluma yararlı insanlar olabilselerdi daha iyi olmaz mıydı?
Sen bu markaları giyiniyorsun diye çocuklar çalışıyor.
Tek kullanımlık plastik ürünlerden satın alıyoruz bir de üstelik. Bunlar doğada yok olamıyor bile! Pet şişelerin ömürlerinin 450 yıl olduğunu biliyor muydun mesela?
Bir de bunlardan her gün milyarlarca üretildiğini düşün…
İçimizdeki tüketim canavarını uyandıran en büyük düşman reklamlardır aslında.
Reklamlar yüzünden marka düşkünlüğümüz oluşuyor. Bu markaların zenginleşmesine ve bu yüzden dünyanın eksilmesine bizler neden oluyoruz.
Ve o markalar da bizlere en güzelini, en iyisini ve en yenisini sunmak için, bazen o sevdiğimiz ürünleri hayvanlar üzerinde deniyor, onların zulümüne, ölümüne sebep oluyor.
Sürdürülebilirlik yalnızca ekolojik çözüm üretmek değildir, demiştim. Eşit kazanç sağlanması gerektiğini, çocuk işçiliğe karşı çıkmayı, hayvan deneylerine dur demeyi de amaçlıyor. Çünkü tüketim canavarlığı insan-çevre-hayvan üçlüsünün dengesini bozuyor ve böyle adaletsizliklere de sebep oluyor.
Sen alıp alıp, kullanıyor, sonra atıp atıp duruyorsun diye çöpler dağ gibi birikiyor ve bunları yakarken zehirli gazlar oluşuyor.
Sürdürülebilir bir yaşama bizim katkımız nasıl olabilir?
Araba kullanmak yerine, bisiklete binmek veya toplu taşıma aracını tercih etmek, bir medeniyet göstergesidir günümüzde.
Bu yüzden imkanınız olduğu sürece, bisiklete binmeyi tercih edebilirsiniz.
Sonuçta araba yerine bisikleti alarak daha az sera gazı emisyonu (CO2 dahil), daha az hava kirliliği ve daha az gürültü kirliliği sağlıyoruz. Dahası, her bisikletçi, trafiğe sıkışmış daha az araba anlamına gelir.
Daha az emisyon ve daha düşük yakıt maliyetleri: Bisikletçi yalnızca kendi sağlığına bakmakla kalmaz, aynı zamanda toplum da bu seçiminden faydalanır.
Evi ve işyeri arasında 10km mesafesi olan her bisikletçi, haftada bir kez araba yerine bisikletle işe gitmeyi tercih ettiğinde, yıllık bazda ortalama 168 kg daha az CO2 yayacaktır.
Evimizden çıkan çöpleri ayırarak, eski kıyafetlerimizi geridönüşüm kutularına depolayarak, ikinci el eşya ve kıyafet almaktan gocunmayarak, geri dönüşümü destekleyebiliriz.
Geri dönüşümün sera etkisine çok olumlu bir katkısı vardır. Çok fazla geri dönüştürürsek, sera etkisi önemli ölçüde azaltılabilir. Çünkü ürünleri geri dönüştürmek, ürün üretmek için gereken enerjiden çok daha az enerji gerektirir. Geri dönüşüm genellikle hiçbir masraf gerektirmez.
Enerjinin ekonomik kullanımı için, evinizdeki elektriği, doğal gazı ve suyu israf etmeden kullanabilirsiniz.
Tasarruflu olmaya, bilgisayar ve cep telefonunu sürekli şarjda bırakmayarak devam edebilirsiniz.
Yerli bir etiket adı altındaki yabancı firmaların tuzağına düşmeyip, eve aldığınız ürünlerin yerel olup olmadığını kontrol edip, alışverişinize yeni bir düzen getirebilir ve yerel ürünleri araştırıp satın alarak, ekonomiyi destekleyebilirsiniz.
Ne çok yabancı firmaya ait, yerli isimler verilmiş ürünler var piyasada mesela, aklınız şaşar!
Organik ürünler tüketebilir, daha fazla meyve ve sebze yiyip, tarımı destekleyip, yine yerel ekonomiye katkıda bulunabilirsiniz.
Yerel ürün tüketmek daha iyidir, çünkü:
- Ürünler daha tazedir: Uzaktan ithal edilmesi gereken ürünlerin mağazaya ulaşması daha uzun sürer.
- Yerel üreticilerden satın alarak yerel ekonomiyi desteklersiniz.
- Yiyecek taşımacılığının çevresel etkisi daha sınırlıdır çünkü nakliye için daha az kilometre katedersiniz ve taşıma aracının çevreye daha az zarar vermesini sağlarsınız. Ayrıca paketleme masrafı ve çevreye verdiği ek zararı azaltmış olursunuz.
- Bir ürün alırken kendinize sormanız gereken sorular:
"Buna ihtiyacım var mı?"
"Bu ürün adil şartlar altında üretilmiş mi?"
“Bu ürün nereye hizmet ediyor?”
“İçinde katkı maddeleri var mı?”
Bunları sorgulayarak daha bilinçli alışveriş yapmanızı sağlayabilirsiniz.
Yumartalardaki rakamlar çok şey anlatıyor!
Bol numaralı damgalı yumurtalar vardır bir de, bu numaraların ne anlama geldiğini araştırın mesela.
Ucuz diye sevindiğiniz yumurtalar “3” sayısı ile başladığı an, vebaldir bana göre. Çünkü hayvan haklarına saygı gösterilmeyen bir ortamda, tek göz kafeste, amacı sadece yumurtlamak olan, çoğu zaman kendi haline bırakılan, öldüklerinde bile çok geç fark edilen, tavukların yumurtladığı yumurtalardır bu “3” sayısı ile başlayan seri numaralı yumurtalar.
Biraz fazla öderim, fiyat farkını sadaka sayarım, ama “0” veya “1” seri numarası ile başlayan ‘organik’ veya ‘gezen tavuk’ yumurtası tercih ederim ben.
Aslında hiçbir hak geçmeden, Allah’ın emanetine en güzel şekilde sahip çıkarak yaşayabilmek için:
‘Peki bütün bunlardan bana ne?’
Kelebek etkisi büyük sonuçlar doğurur, her kötü şey ‘aman ne olacak’ demekle başlıyor, aşağıya doğru spiral şeklinde büyüyerek ilerliyor. Eğer sen bir birey olarak sorumluluk almazsan, dünyanın öbür ucunda eriyen bir buz parçası üzerinde, açlıkla mücadele eden bir kutup ayısının sessizce ama en çok da çaresizce ölümünü beklemesinden haberin bile olmaz. Ve belki de en rahatı budur, böyle yaşamak. “Dünya derdi seni mi gerdi?”, “Dünyayı kimse kurtaramamış, sen mi kurtaracaksın?”, “Zaten batmayacak mı, e biz n’apalım?”, “Kendi aç karnımızı doyurmayalım, kutup ayılarını düşünelim, öyle mi?”
Ne kadar kulağa tanıdık geliyor değil mi?
Fakat unutulmasın ki, bu sorumluluk hepimizindir, nefes aldığımız sürece.
Dünya ve içinde bulunan her şey, (denizler, dağlar, ağaçlar, hayvanlar, …) bize Allah’ın birer emaneti.
Allah’ın farkında olan ve her an Allah’ı zikreden varlıklar bunlar (Nur suresi, 41 / Hac suresi, 18 / Haşr suresi, 1 / İsra suresi, 44)
Allah emaneti dağlara, göğe ve yeryüzüne teklif etmiş, dağlar, gök ve yeryüzü reddetmiş (Ahzab suresi, 72). Farkında mıyız, emanet yükünün ne kadar ağır olduğunun. Çalışıyor muyuz yeterince, bu emaneti her şeyin dönüşü O’na olan Allah’a güzel teslim etmeye?
Dünya heveslerine dalmış vaziyette kalbiniz parçalanıp bölünüyor mu yoksa sizin de çoğunluk gibi?
Dünyayı biz batırıyoruz, çünkü;
“(Ey insanoğlu!) sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir.”
Nisa, 79
Oysa dünya dengede yaratıldı, çünkü:
“Gerçekten biz her şeyi bir ölçü ve dengede yarattık”
Kamer, 49
Eğer bu yukarıda saydıklarıma uyacak olursak, evet, birçok şeyden ödün vermiş olacağız. Fakat zahmet olmadan, rahmet olmaz.
Bir Orman Adam’a dönüşmemiz beklenemez elbette, her ne kadar böyle bir yaşam Cennet'teki bir insan gibi saf ve tertemiz arınmış bir hayata göz kırpsa bile.
Şimdiki dünyada da indigenious insanlar yerleşik dünyadan o kadar uzak yaşıyorlar ki, en ufak bir iletişim olduğunda hastalanıp ölebiliyor bu insanlar.
İşte bu kadar zehirli bir dünyada yaşayıp bağışıklık kazanmış insanlarız biz.
Ben ince düşünmüyorum.
Dünya çok kirlenmiş.
Öyle ki, normalleşmiş her şey.
Aydın bir insan olmak bütün bu yukarıda saydıklarımın farkında olmayı gerektirmez mi?
İnsan doğayı gezdiğinde neden kendini iyi hisseder zannediyorsunuz? Çünkü ‘evi’ asıl orası. İnsan aslında oraya ait.
“Doğa ziyaret edilecek bir yer değil. O evdir.”
Gary Snyder
Cennetin tarifinde neden doğallık, bahçe, meyve diye bahsediliyor zannediyorsunuz?
Cennetin bu kısmıyla ilgilenmeyen insan zaten dünyaya kendini yeterince kaptırdığı için belki de tam da bu yüzden Cenneti hiç göremeyecek olabilir mi? Buradaki mantığı kavrayabiliyor musunuz?
Ya ölümden sonraki hayatı nasıl haketmeyi düşünüyorsun?
Sen hiç ruhunla baş başa kalmayı denedin mi ki, bedenden arındığın zaman çırpınıp kalmayasın?
"Biz doğanın kendisi olduğumuzu sık sık unutuyoruz. Oysa doğa bizden ayrı bir şey değildir. Bu yüzden, doğayla bağlantımızı kaybettiğimizi söylediğimizde aslında kendimizle olan bağımızı kaybetmiş oluyoruz."
Andy Goldsworthy
Ve hala, “bütün bunların benimle ne ilgisi var, ben zaten inançlı insanım”, diyorsan ve sorumluluk almayıp ‘iyilik yapmayı’ unutuyorsan:
İnsanlar yalnız: "İman ettik" demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?
Ankebut, 2
Dersim sona erdiğinde bir sessizlik oluştu sınıfta.
Sanırım etkileyebilmiştim öğrencileri.
“Ben bunları bilmiyordum”, dedi biri.
“Bir daha kıyafetlerin etiketlerine bakacağım”, dedi diğeri.
Kimi doğa, kimi hayvanlar, kimi de insanlar için daha çok endişelendi.
Endişe duyduklarına sevindim. Buna sevinilir mi oysa? Ben sevindim.
Ellerim artık titremiyordu…
Covid – 19’un topluma etkisi ve artan eşitsizlikle yabancılaşma
Walter Molino’nun 1962’de çizmiş olduğu bu görsel, o yıllarda, geleceğin temsili olarak nitelendirilmiş, birçok aristokrat insana ‘evet, gelecek mutlaka böyle gözüküyor olmalı’ dedirtmiştir.
İyi hoş, bu yıllardan sonra her ne kadar şapka düşmüş (kel gözükmüş) ve elitist bir dünya teknolojinin yaygınlaşması ve mesafelerin kısalabilmesi sayesinde yerini daha mültikültürel bir boyuta taşımış, zengin – fakir daha çok ortaya çıkmış olsa bile, yine de gerçeklerden çok uzak bir canlandırma sayılmaz bu resim.
Benim bu görselde ki dikkatimi en çok çeken husus çünkü, tohumun yine aynı olmuş olması. O zamanın insanı topluma dair ne düşünceler içindeydiyse, bu zamanın insanı da aynı düşünce içinde: git gide birbirimizden uzaklaşıyor, birbirimize yabancılaşıyoruz.
Ve ne enteresandır ki, bunun ilk adımını çocukluğumuzdan başlayarak yapıyoruz.
Bir araştırmaya göre, anaokulunda ki sosyoekonomik statüsü düşük ailelerden gelen çocuklar, diğer çocuklardan farklı olarak, anaokul öğretmenlerinin elini hiç tutmuyor, aradaki mesafeyi baştan koymaya başlıyorlarmış bile.
Aşılamayan zengin – fakir, yerli – yabancı duvarı, adeta henüz idrak edemeyen küçücük çocuk tarafından örülmeye başlıyor.
Peki bu psikolojik dürtü, sen – ben, siz – biz ayırımı, şimdi günümüzün pandemi döneminde nasıl bir etki yaratıyor?
Harvard Üniversitesinin düzenlediği bir online görüşmede, gelişmekte olan ülkelerin pandemi sırasındaki politika seçiminin genellikle ya hayat kurtarmak ya da ekonomiyi kurtarmak diye bir çelişki yarattığı söylendi.
Oysaki "Bunları zıt hedefler olarak düşünmemeliyiz," dedi bir katılımcı
“Hem ekonomiyi, hem de insanların sağlığını düşünebileceğimiz bir fayda – maliyet dengesi tutturabilmek, öne sürüldüğü kadar sarp bir yokuş olmamalı.”
Eminim bu pandemi döneminde market alışverişini yapanlar da şaşırmıştır, ‘sepet almadan alışveriş yapılamadığını’ ama ‘yine de sepetlerin iyice dezenfekte edilmesi gerektiği’ öğrendiklerinde. Bu yukarıda bahsedilen tutumdan bir örnekle karşılaşıyorlardır aslında. Halbuki küçük ihtiyaçlar için sepet almadan alışveriş yapılsa, hiçbir şeye dokunulmaz ve böylece risk de oluşturulmaz. Fakat amaç ‘hem alışveriş yaptırmak’, hem de ‘sağlığı düşünmek’ olunca, böyle bir tablo çıkıyor ortaya.
Hiçbir yöntem, ‘en iyi yöntem’ değildir bu yüzden, diye savunuyor ve pandeminin, yönetim ve yöntem seçimlerimizde uyum gerektiren bir değişim hedefine ışık tutmuş bulunduğunu anlatıyor katılımcılar.
Dolayısıyla, toplumla ortak çalışmalar gerçekleştirilmeli, hangi yaklaşımın covid – 19’a karşı savaşta başarılı olacağını anlamak için.
‘Tepeden aşağı’ yöneten bir tutum, böyle bir durumda faydalı olan bir yöntem değildir, diye sonuca varılıyor görüşmede.
Fakat yine de hastanelerin dolup taşmasını önlemek için hangi işletmelerin, hangi yerlerde ve ne kadar süreyle kapatılması gerektiği net olmadığından, siyasi yönetimin virüsün risklerini ve maliyetlerini, sürekli gerilemenin maliyetleri ve riskine karşı nasıl bir denge oluşturması gerektiği büyük bir soru işaretidir.
İşte tam da bu noktada COVID-19 salgını eşitsizliğe sert bir ışık tutuyor.
Mesela hizmet sektöründeki işlerde maaş çeki ile yaşayan insanlar, evden yapabilecekleri maaşlı işlerde çalışanlara göre çok farklı bir konumdadır.
Ayrıyetten pandemi, gelişmekte olan ülkelerinin ödemeler dengesini sınırlandırmış, emtia (altın, gümüş, petrol, doğal gaz, bakır, pamuk, mısır, buğday, şeker, kahve gibi malların tümü) ihracatı, turizm, işçi dövizleri ve sermaye girişlerinde zarara uğratmıştır.
Bazıları bu nedenle COVID'in sınıf ayrımlarını daha da derinleştireceğinden endişe ediyor.
Zira Oxfam’ın raporuna göre, büyüyen eşitsizlikte, kriz, yoksullukla mücadelede kaybedilen on yılı tehdit ederken, dünyanın en zengin on adamı salgın sırasında toplam servetleri 540 milyar dolar arttı.
Bu az sayıdaki insan, dokuz ayda bir ömür boyu harcayabileceklerinden daha fazla parayı cebe atmış bulunuyor bile.
Artan eşitsizlik, yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının salgın öncesi seviyelere dönmesinin en az 14 kat daha uzun sürebileceği anlamına geliyor.
“Bu gerçekler utanç verici. Hükümetler bu duruma karşı duyarsız kalmaya devam edemez, harekete geçmelidir. En zenginlerin adil vergilendirilmesi, küresel toparlanmaya yardımcı olabilir, yoksullukla mücadele için daha fazla para toplayabilir ve daha eşit toplumların şekillenmesine yardımcı olabilir. " diyor Oxfam.
Gelişmiş ülkelerin yönetim fikrinde ‘ortak olmalıyız’ varken, bu ülkelerde ayrıcalıklar baş gösteriyor ve ortak bir noktaya varılamıyor.
Gelişmekte olan ülkelerin dayatmalı sistemleri varken, halk bu dayatmada veya bu dayatmaya karşı birlik oluyor.
Yani insan, yine bildiğini okuyor ve asıl mesele vicdanlarımıza kalıyor…
Bir yerde okumuştum: “Hepimiz aynı gemideyiz demeyin, ama hepimiz aynı fırtınaya maruz kalıyoruz deyin.”
Ne kadar da doğru bir tespit gerçekten de…
Kiminin yatı, kiminin sandalı. Karantina sürecinde dört duvar üstüne üstüne gelenler ve evinin geniş bahçesi bulunanlar.
Çalışmak zorunda kalıp hem kendi risk altında olan, hem de ailesini risk altında bırakanlar ve hem devletten gelir sağlayıp, hem de bunu az bulup şikayet edenler.
‘Çocuklarımız sosyal gelişiminden eksik kalıyor, haftasonu çıkıp arkadaşlarıyla gezip eğlenemiyor’ diye yakınan varlıklı aileler ve laptop alabilmek için para biriktirip, kapılarını kapatan bir eğitim sistemine tutunmaya çalışan yoksul öğrenciler.
“Bana bir şey olmaz” deyip yasağı delip insan içine karışıp, gerçekten de onlara bir şey olmadan, başkalarının canına sebep olanlar ve risk grubundaki büyüklerini korumak için, sağlık koşulları uygun olmayan iş yerlerine gitmeyip, gelirsiz kalıp, ekonomik sıkıntı çekenler.
Kendine bir sürü yeni hobi edinip, içinde yeni cevherler keşfedenler ve “hayatım meğerse ne kadar boşmuş” deyip dışarıyı özleyenler. Yalnızken zenginleşenler ve hiçlik içinde yalnızlaşanlar.
Birbirinin kıymetini daha iyi anlayan eşler, sevgililer ve şiddet, boşanmaya kadar varan beraberlikler.
Devletin sözünden çıkmayıp, sözünden çıkanı coplamayı kendine hak görenler ve ‘haksızlık bu’ diye yakınıp, devletin karantina sistemine sövenler.
Pandemi, ayrı ulusal kriz yönetimi sistemleriyle ve toplumsal değerlerle olan ilişkimizle
aslında birbirimize ne kadar da yabancı olduğumuzu ortaya koyuyor.
Fakat aynı zamanda, bütün dünyayı aynı birlik çatısı altında buluşturuyor.
Aynı korkuyu taşıyan, aynı kayıpları yaşayan, aynı umutları besleyen, aynı havayı soluyan ve depremzede birisinin “Nefes alamıyorum!” diye yakardığında, aynı yardım elini uzatan, “aslında tanısan, çok seversin” – yakınlığı kadar “iyi” insanlarız.
‘Yabancılaşmak’, korkunun doğurduğu bir virüstür. Çoğuldur. Çoğulun olduğu yerdedir.
Ve bu virüs, Walter Molino’nun zamanından beri, hatta ondan da önceden beri var olan bir bulaşıcılığa sahiptir…
Ve emin olun, dünya kaç pandemi atlatırsa atlatsın, insanın en çok bu virüse karşı bağışıklığı bulunmamaktadır…
Aslanlar kulübü
Eskiden, her hikayede cesur ve asil bir kahraman vardı.
Her zorluğa karşı göğüs geriyorlardı, mücadele ediyorlardı.
Hem de kendileri için değil, başkaları için.
Sonra hikayedeki kahramanların nesli tükendi.
Orada burada, nadiren, kendisini Robin Hood zannedip, zenginden alıp fakire veren insanlar çıkıyordu karşımıza gerçek hayatta.
Onlar da kayboldu zamanla.
Dünyamız küçüldükçe küçülüyor.
Kendi dünyamızda yaşayan insanlar haline geldik ve egosantrik hayat tarzlarımızla anlam yitiriyoruz.
Diğer yandan da dünyamız küçüldükçe genişliyor. Dünya'nın öbür tarafıyla iletişimde olabiliyoruz.
Sonuç olarak da, paylaşım çağında hiçbir şeyi paylaşamaz oluyoruz.
Hepimiz medyatikken, hiçbirimiz öne çıkamıyoruz.
Kendilerini farklı zanneden insanlar arasında fark arıyoruz ve bulamıyoruz.
Herkes AYRI değil, HERKES ayrı. Dolayısıyla herkes aynı.
Kimlikler kayboluyor.
Kimlik de, deneyimle geçirilen şartlarla oluşur.
Her şeyin bir çözümü var artık ve bu yüzden yeterince 'zorluk' çekmiyoruz.
Bu eksiklik yüzünden de en ufak bir dengesizlik alt üst edebiliyor bazen şımarık bizleri.
Neler yapabileciğin, yapmadıklarınla sınırlı kalıyor.
İnsan psikolojisinde, gelişim çağı bu zor şartları simgeler.
Çocukken, ilkokula başlayıp, kendine bir çevre kurmak bir zorluktur, ve bizim 'büyümemiz' ilk bu çağda başlar. Ve bu ruhsal gelişim her dış dünyadaki iletişimimizdeki yeni bir 'zorluk'la artar.
Kolaylıklar sunuldukça, gelişim psikolojisinin yaş sınırları genişleyecek, ve bizler bir türlü büyüyemeyeceğiz.
Sorumsuzluklar artacak, ve Dünya gittikçe kirlenecek; hem doğası, hemde yasası.
Ama ondan önce, hep güvenli olanı tercih edeceğiz, sadece bize benzeyenlere itimad edeceğiz, farklı olan her şeyden kaçınacağız.
Ama paradoks şu ki; bu anlattığım aslında bizim bilinç altımızdaki yapılar. Bu iç duygunun üstünü örtmenin en iyi yolu, tam tersi bir düşünceye sahip olduğunu kendine ve başkalarına inandırmak:
'ben farklıyım'...
Seçim kampanyalarındaki sloganlara baktığımda mesela, hep bir kıyas üzerine kurulu. 'Biz' ve 'daha' larla dolu, bir üstünlük taslama, bir gruplaşma.
Fakat insanın savunduğu bir fikri olması için, ortaya fark koymaya çalışmamalı, zaten her parti bu dert peşindeyken. O zaman farklı olunmaz ki?
Bir partiyi değerli kılan, farktan bahsetmek değil, fikirden bahsetmektir.
Bu şekilde bir uğras peşinde olunduğu gösteriliyor.
Ama egolar öyle almış başını gitmiş ki, hoyratça ortalığa savruluyor.
Oysa ego'nun en güzeli, önce ezilen ego'dur. Bu deneyimi geçirmiş bir insanın en sağlam karaktere sahip olduğunu kimse bilmiyor. Asıl kahraman böyle yetişiyor.
Yani diyeceğim şu ki; herkes aslan olmak istiyor, ama kimse karınca olmaya cesaret edemiyor...
Özür dilerim
“Özür dilerim, pardon anlayamadım.”
Gönüllü olarak ilgilendiğim bir arkadaşım sohbetimizi git gide daha çok bu cümle ile bölüyor artık. Aslında tam olarak bu şekilde değil; daha çok boğuk bir sesle, sesli harf kargaşasıyla, mahçup bir gülümseyişle kendini ifade etmeye çalışır, ama ben bunu demek istediğini anlarım.
Onu anlayabildiğime sevindiğim her an, sesimin, elimin, kolumun hiç anlaşılamayacak hale geleceği günleri düşündürüyor bana. Acaba onu gerçekten anlayabilmiş miyim?
Göreceğiz... Usher sendromunun sinsi ve acımasız belirtilerini anlatmaya çalışayım öncelikle.
Usher sendromlu insanların işitme ve görme duyularının zaman içinde tükenip yok olacağı kaderleri tarafından doğumlarında üflenmiş ruhlarına.
Yeni doğan Müslüman bebeklerin kulağına üç defa isimleri fısıldanırken, arkadaşımında ruhuna ‘görme’, ‘duyma’, ‘konuşma’ diye üflenmişti adeta. Biz 'Dünyaya hoşgeldin' - tokadı karşısında çığlık çığlığayken, o bir şamar da kaderden yedi, sessizliğe, karanlığa bürünerek.
Bize ürkütücü bir yaşam tarzı gibi gelen bu kabus, onun başka seçimi olmadığı için boyun eğmek zorunda kaldığı bir hayat biçimi. O kendi karanlığında yapayalnız olan biri. Duyduklarıyla, gördükleriyle, yaşadıklarıyla hayata deneyimsiz kalıp, olgunlaşamamış bir kişiliğe sahip. Ve bu yüzden o kadar mahçup ki, karanlığına maruz kaldığı için özür diliyor insanlardan.
Çünkü o karşısındakiyle karanlığını paylaşıp huzursuz etmek istemiyor, karşısındakinin aydınlığından bir parça tatmak istiyor sadece.
Ama ne yazık ki her zaman karşısında birilerini bulamıyor, çünkü kalabalığında yalnız olanlar yalnızlığıyla kalabalık olanları anlayamazlar.
Başkalarının lafına karşın ‘ben - ben - ben' – merkezli dünyamızda ironik şekilde kendi adımızın bize doğumumuzda fısıldandığını dünyaya haykırıp süperegomuzu, yani vicdanımızı yatıştırıp, egomuza ve nefsimize patlama yaşatıp asıl 'özür'ün bizde olduğunu neden fark edemiyoruz?
Hepimiz en başında aynı karanlıkta barınırken, ne zaman aydınlıktaki ışıktan kör olduk da vicdanımıza seslenemez olduk?
Bilemiyorum...
Ama kör bir vicdanla ‘Yanımda kal, bak ben ‘özür’ bile dilerim dileklerimde, yeter ki benimle aydınlığını paylaş’ diye haykıran insanları kolay kolay göremeyeceğimizi biliyorum.
Bir sonraki kafe buluşmamızda ona “Ne içersin,” diye sordum, ağır, net ve yüksek sesle.
“Özür dilerim, pardon anlayamadım,” dedi.
Aslında tam olarak bu şekilde değil; daha çok boğuk bir sesle, sesli harf kargaşasıyla, mahçup bir gülümseyişle kendini ifade etmeye çalıştı, ama ben onun özrünü karşılıksız bırakıp, ‘özür’ünü kabul edip, bu köşemde onun karanlığını sizlerle paylaşmam gerektiğini anladım. Çünkü anca böyle en iyi şekilde ona aydınlıktan bir parça tattırabilirim...
Mutluluğun sırrının sırrı mutluluk
‘Bir varmış bir yokmuş’ diye başlar bütün masallar. Başı sonu belli, ama ortası ezber bozan hayatlar gibi.
Meyvenin tam ortasındaki sert ve tatsız çekirdek gibi, boğazımıza takılan kılçık yaşamlar gibi.
Ya da tam tersi, en tatlı yeri ortası olan, hindistan cevizlerini anımsatan doyumsuz hayatlar gibi..
Hayatını sorguya çekmis biriyle konuşurken, bir bir boğazına takılan kılçıkları çıkarmaya çalıstık beraber.
Masallara inanmadığı için, hayata da güvenini yitirmiş olduğu kanaatine vardım ve yardım etmek istedim.
Bendeki felsefeyi burada paylaşmanın yararlı olacağına inanıp, satırlara döktüm. Ezber bozmak adına…
Kader herkesin yüzüne gülmez. Ama önemli olan, yüzümüze gülmediği anda bile yüzümüzün gülmesi ve yüzümüzü güldürdüğü anda bunu büyük bir minnetle doyasıya yaşaması ama kapılmamasıdır.
Her düşüşün bir kalkışı vardır, bunu bilip de umutlanmak ve hedefler kurmak lazım. Her kalkışın da bir düşüşü vardır. Bununla da yaşayabilmektir hayat meselemiz. Hayat seni sınıflandırdıysa, sınadığındandır, sıfırladığından değil…
Dolayısıyla başkalarıyla yarışacağına, kendinle yarış. Entrikalardan uzak hayatlar kurup, mutlu olmayı denediğinde başarı senin ayağına gelir. Başarı başkalarına bağlı değildir çünkü. Senin kendini nasıl hissettiğine bağlıdır ve senin hayat çemberindeki inişli, çıkışlı yolculuğunu nasıl değerlendirdiğine.
Eğer güzel değerlendirirsen, o çember bir tırtıllı kraliyet tacına benzer,
iniş-çıkışlarıyla. Ama eğer hayattaki beklentilerin gerçeklere uymuyorsa, mutsuz olursun ve çemberin sirkte kullanılan, ortasından aslanlar geçen, bir yukarı bir aşağıya giden alevli çemberden farkı olmaz. Sen, hayat masalında rahat yaşayan ve söz sahibi olan kral mı olmak istersin, yoksa kralları eğlendiren kendine yanan bir çember mi? Sen kendini nasıl hissedersen öyle bir yaşam sürersin. Hayatın yokuşlarını kabul edip, en güzel duygular, düşünceler ve davranışlarla çemberini tamamlamak en doğrusu.
Çünkü hayattaki düzenin kontrolcüsü değiliz.
Nitekim, bazı duyguları da istemeden yaşıyoruz. Üzülmemiz, sıkılmamızın bize zararlı olduğuna inansak da, bu duygular evrenin dengesini tamamlayıp bizi kader yolumuzdaki en doğru yola itiyor.
Böyle bir anda isyan yerine şunu düşün: bir şeye üzüldüğün an, yeni ve başka umut kapıların açıldığını müjdeleyen andır.
Böylece mutluluğumuzu kendi ellerimizle kuralım. Başı sonu belli olan hayatımızın heyecanına yeni başlamış gibi, aynı zamanda bugün son günümüzmüş gibi yaşarsak, o çok lezzetli, sert kabuğunda gizli, kayısı çekirdeği tadındaki ortayı buluruz…
‘Gökten üç elma düştü, bazen hiç biri bana, üçü sana, hiç biri de başkalarına. Ya da bazen hepsi bana, hiç birisi sana ve başkalarına.
Bazen de…? Hiç birimize!’
Sevgi ile kalın
Kaçmak korkaklıksa, gitmek cesaret değil midir?
Hırs yıpratıyorsa, azim yükseltmiyor mudur?
Beklemek fırsat kaçırtıyorsa, sabır selamet değil midir?
Kırılan hayallerse, kurulan hayal değil midir?
Bardağın yarısı boşsa, yarısı da dolu değil midir?
Bir olaya nasıl bakarsanız, gidişatınızı o bakış açısı belirler.
İyimserlikse bizi ayakta tutan, kötümserliktir hayatımızdan çalan.
Eğer ki hayatlarındaki gelişmelere iyimser yaklaşabilen insanların başına gelmeyem kalmıyorsa, o insanların bu yükü kaldırabileceği için başına geliyordur belki de.
Ve buna mukabil, isyana kalkışan ve 'Neden hep beni bulur zorluklar' diye kendisine soran insan, zorluğun içindeki hayrı zor görür, veya göremez.
Bu yüzden canınızı sıkan bir olayın karşısında, o olayın zor da olsa, güzel taraflarını görmeye çalışın. Karnınız ağrısa, beyniniz sizi kandırsa, yüreğiniz düşünmeye çalıştıklarınıza inanmasa bile. Çoğu şey ilk başta zordur, ve hiç birşey öğrenilmez değildir.
İyimserliği yaşam tarzınız haline getirin. Çünkü mutlu insan her zorluğa karşı göğüs gerip, yaşam enerjisinden bir şey kaybetmeden, yaşamayı seven insandır.
Yaşamayı seven insan, daha uzun yaşar.
Yaşamayı seviyorsanız, mutlu olmanın formülünü aramanıza gerek yok. Bir sonbahar yaprağının dalından düşüşüne aşk ile bakmanız yetebiliyor bazen mutlu olmak için.
'Bu görsel ve şahşahalı, beklentilerin yüksek olduğu çağda, küçük şeylerden memnun olan insan kaldımı ki hayatta' diye sormak gelse bile içinizden, kalbinizin bir köşesinde bazen hala çocuk gibi olabildiğinize şaştığınızı da unutmayın.
Mutluluk o çocuk tarafınızda gizlidir.
Çocuksu bir inanç ve güven…
Bir iddia karşısında, gerçekçiliğini yargılamadan inanmak, çünkü güvenmek.
Mutlu insan korkmaz hiç, güveni yüksek olur, hayata güvenir. Dolayısıyla cesurdur.
Mutlu insan azmeder. Mutsuzluğuyla boğuşup, bundan kurtulmak için hırs yapan insan mutlu değildir ve zannettiği mutluluğu yakaladığında bile yeni hırslar barındırır yanan yüreğinde. Ama mutlu insan elde edemedikleriyle değil, elde edebildikleriyle yetinir. Ve pes etmez, azimle inandığı bir mutluluğun peşinden koşar.
Acele etmez. Çünkü zaman kaybettiğine değil, zaman kazandığına inanır. Ve sonunda mutlaka selamete ereceğine inanır.
İnanır, çünkü inandığı şeylerin hayalini kurar, hedefini koyar.
Bir olaya nasıl bakarsanız, gidişatınızı o bakış açısı belirler.
Bu yüzden şunu sakın unutmayın:
Bardağın yarısı her zaman dolu, çünkü gerisi hep hava, bardağın dışında, senin etrafında, içine çekip soluduğun... hepsi hava! Hem su senin, hem bardak boşaldığında bile içini saran hava senin.
Siz de hayata her zaman sevgiyle yaklaşıyorsanız, bardağınız hiç boşalmamış demektir…
Kurtlar sofrası
Galiba artık büyüdüm.
Babama metreyi uzatıp boyumu ölçmesini istediğim ve ‘Baba, büyümüş müyüm?’ diye sorduğum zamanlardaki gibi değil.
Her yaş günümde annemin bana ‘Artık büyük bir çocuk oldun,’ dediği zamanki gibi değil.
Kimseye sormadan, kimse söylemeden, yaşıma, boyuma bakmadan büyüdüm.
Büyümek, herkesin arasında, ben gibi olmaktan korkmakmış meğerse....
Herkes gibi olduğumuzu, ama herkes gibi olamayacağımızı unutmak.
Sosyal maskelerin insanın kişiliklerini koruma amaçlı kullandıklarını, varlıklarının bir parçası haline getirdiklerini anlamak.
Samimiyetsizlikten vıcık vıcık olmuş el sıkışmaları ve yalan dolan dostlukların olduğunu bilmek.
Yanlış yollarda yürüyüp, o yolların doğru olduğuna inanmak. 'Her şey yalan bir tek ben gerçeğim' düşüncesine kapılmak. 'İstiyorum' deyip, ulaşacağına inanmak.
Ulaşamadığında, yeterince istemediğini kendine inandırmak.
Hayal kırıklığıyla baş edebilmek değil, hayalin başta olduğunu unutmak. Kucağında kalan kırıklara bir isim koyup, adı 'yağmur' olsun deyip, ona ninni söyleyip uyutmak.
Geri uyanacağını bilmek, ama geri uyutabileceğini unutmak. Ardından güneşin doğacağını görmemek…
Ya da bir turistin 'Gün batımını şehrinizin en güzel neresinde seyredebilirim?' sorusuna, 'Batıda' cevabı verip, yoluna devam etmek.
Kelimelerle dans etmekten zevk almak.
Canın istediği zaman sek sek oynayıp, ip atlamak. ‘El alem ne der?’ yazılı duvarları yıkmak.
Yalanlar karşısında, inadına çocuk gibi dürüst olmak.
Farklı olduğunu benimsemek, ama özünde hala sıradan kalabilmek.
Bu Dünyaya sen olarak geldiğini fark etmek.
Her gün yolda yürüdüğün betonların üzerinde, çıplak ayak yürümek.
Hayatı kocaman bir eğlence alanı olarak görüp, sınırları zorlamak, engellerle eğlenmek.
Kurtlar sofrasında korkusuzca yiyip içmek ve hesabı ödemeden kalkıp gitmek.
Hayatla dalga geçer gibi değil, dalgalara kürek çeker gibi yaşamak.
Ve sonunda büyüdükçe, başkalarına benzemekten vazgeçmek.
Ya da Afrikada yaşayan küçücük bir çocuk olarak doğmuş olabileceğini unutmamak...
Büyümek; savaşlara, açlığa, soyutlanmaya karşı direnmek mi, yoksa ekonomik özgürlüğünü eline alabilmek mi?
Zorluk çeken, sefalet içinde yaşayan ülkelerin gençlerinin genç yaşlarına rağmen olgun davranışlar sergileyebilmelerin tek sebebi erkenden büyümeleri. Büyümek zorunda olmaları.
Ve aksine, Belçika gibi rahat ülkelerde yetişen gençlerin, ekonomik sıkıntı çekmedikleri için, her ufak bir dengesizlikte hemen sarsıldıkları, bununla birlikte intihar teşebbüslerinin artmaları ve bir türlü büyümeyemeleri.
Ben ise kimseye sormadan, kimse söylemeden, yaşıma, boyuma bakmadan büyüdüm.
Bana büyümek, herkesin arasında, ben gibi olmaktan korkmamakmış meğerse...
Kalp kırıntıları
Doğarsın, büyürsün, yaşarsın, ölürsün.
Hayat bu kadar işte.
Bazen sevindirir, bazen kırar, ve hep bir umut kapısı bırakır aralıklı.
Hep ucundan bakarsın, ama hiç tümünü göremezsin.
Göstermez hayat. Ama görebildiklerinle devamına yorum katarsın.
İpucun olur bazen de o gördüklerin, göremediklerine.
Hastane odasında gözleri dolmuş bir kadın görürsün aralıkta, kapının ardında yeni doğmuş bir bebek hayal edersin.
Dargın bir çocuk görürsün, kırık bir oyuncak hayal edersin.
Belki tam üstüne basarsın, belki de yanılırsın.
Ama hiçbir zaman hayal ettiğinden emin olamazsın.
Buna rağmen yine de hayata emin adımlarla yürümeye devam edersin.
Beş yıllık planını yaparsın önceden. Ona uymaya çalışırsın.
Planın bozulduğu anda, dengen de bozulur. Çünkü bilmediğinden korkarsın, anlamadığından ürkersin. Anlamayanın olduğu zamanki gibi.
Anlamayanın, anlatamadığındandır aslında.
Kabul edemezsin. Kızarsın. Çok kızarsan, nefret edersin.
Sonra nefret hüzün olur zamanla.
Kızgınlık çünkü, bir şeylerin değişeceğine inanmak ve değişmediği için sıkıntı hissetmektir. Fakat üzüntü ise, bir şeylerin artık değişmeyeceğini kavramak ve mücadeleyi pes etmektir.
Üzüntü hissedersin, derin bir üzüntü. Ve susmayı çok iyi öğrenirsin.
Kimse sevmez çünkü hassas bir yüreği, yüreklerine hasara izin vermemiş yüreksizlerle paylaşmayı.
Kimse sevmez çünkü üzüntülü bir kalbi yatıştırmayı.
Umutsuz bir kalbi kimse sevmez çünkü. Çaresizliğin çaresi bulunmamıştır hâlâ.
'Hâlâ' varsa umut da var aslında. Ama yine de görmezden gelirsin.
Sonra üzüntülerin birikir, yara olur içinde, kimseyle paylaşamıyor diye.
"Bundan kötüsü olamaz" desen de, beterin de beteri varmış, hep sonradan öğrenirsin.
Doktorlara gidersin. "Neler oluyor bana" diye sorarsın çekinerek, alışık değilsin çünkü yüreğini paylaşmaya.
Alışık değilsin, kendini başkasına sormaya.
"Artık çok geç" cevabını alırsın.
Zaten her zaman artık çok geç değil midir? Zaman akışta çünkü.
En fazla "Yüreğinize sağlık" dersin sen de. Sağlık dilersin seninki kadar kırılmamış yüreklere.
Sonra tekrar dönüp bakarsın en başa, önünü göremiyorsun artık çünkü.
"Üzülmeye değer miydi?" diye sorarsın kendine. Cevabını alamazsın..
Çünkü 'artık çok geç' olduğunu bile anlamadan yumarsın gözlerini hayata.
Hayat bu kadar işte...
Kalbin dökülüyor, geriye kırıntıları kalıyor.
Öyleyse gerçekten; üzülmeye değiyor mu bu kadar hayatta?
Değmiyor. Ama elimizde değil.. Yüreğimizde. Yüreğimize değiyor...